Evim diye geldiğim bu yer benim değil, ben de burada olmayabilirdim. Onlarca parçaya bölünmüş duvardaki ayna bile olabilirdim. Çoğaldıkça yalnızlaşıyorum duygusuna kapılıverdim nedense. Söylenecek cümlelerim dilimin ucunda dolanıyor, hiçbir harfi yerli yerine oturtup kelime bile kuramıyordum. Bu ev, bu kitap yokmuş da, görebildiğim sadece börtü böceklerle aynada yansıyan saatin görüntüsü ve onlarca şekilsiz gölgelerden ibaretti her şey. Asıl olana yansıma olarak bakarken inanasım gelmiyor, bu yüzden mi susuyordum? Kestiremediğim bir dolanık zamandaydım da, gelecek denenen geçmiş, geçti gitti diye fısıldanansa henüz gelmemişti belki… Bu düşten uyanıp bağırmak istedim ama sesim bir türlü çıkmıyordu. Suskunluğum tülden bir geceydi üstümde. Henüz tek bir cümle kuramamışken, çantamda taşıdığım mızıkamla, bedenimin tanıyıp bildiği o ezgiyi bile çalamıyordum. Bir an, kitaptan lapa lapa dökülerek ortalıkta uçuşan tozlu şekillere kaydı gözüm.
Mızıkadan başka aileme dair ne bir anı ne bir isim ne de ses vardı kulağımda. Onlar kadar yalan olmadan, bir tek çakıl taşı bile olsa bulsaydım da dokunsaydım hiç olmazsa…
Saattin aynadaki yansımasından başlayıp gölgelerime sesler yüklemeyi düşünüyordum. İlk kelimem için kadranı en başa aldım. Böyle başlarsam yelkovanla akrebi de cümleme yerleştirebileceğimi geçirdim aklımdan.
Erdem’i de olmadık yerlerde boşuna arayıp durmuşum ben, içimdeymiş meğer. Şu andan sonra “Sen de mi küçük bir yalansın yoksa?” dememek için çok iyi bakmalıyım ona. Babasının emanet büyüdüğü evin bahçesi boydan boya çakırdikenleriyle doluydu çünkü. Yer yer boyaları dökülüp rengi solmuş mavi kapıyı iteleyip girdim. Börtü böcek cirit atıyordu içerde. Kalın kerpiç duvardaki dolabın hemen yanında, onlarca parçalara ayrılmış gül oymalı ayna toz içindeydi. Sarkacı andıran silik soluk gölgelerime bakarken henüz tanışmadığım birini görüverecektim sanki aralarında...
Artık söyleyecek tek bir sözüm kalmamıştı, sustum…
Uzun zamandır içine de susan biriydim zaten...